12 Ağustos 2008 Salı

Nilüfer Karaciğan S. Roportaji Cosmogirl Ocak 2008

Nilüfer Karaciğan Ş. Röportajı Cosmogirl Ocak 2008
Buz gibi bir İstanbul sabahında Teoman’ın sıcacık evinde gerçekleştirdiğimiz derin bir “havadan sudan” konseptli röportajı okumaya hazır mısın?

Yeni çıkartacağın albüm hakkında konuşalım öncelikle. Oldukça farklı bir konsepti var.

Yaklaşık 20 küsur sanatçının varlığı ile oluşuyor. Başta plak şirketim “düetler albümü” olması yönünde teklif getirmişti. Eski şarkılar, yeni birkaç şarkıyla ve tanıdığım birkaç arkadaşımla düetler şeklinde olacaktı. Sonrasında durum değişti. Baktım ki arkadaşlarım ben olmadan daha iyi söylüyorlar. Başka türlü bir albüm olsun dedim hemen. Bu bağlamda tek başına söyleyenler de oldu, düet yapanlar da.

Nasıl yani? Senin parçanı tek başına söyleyenler mi oldu?

Evet, mesela Nil Karaibrahimgil. Düetin bazen şarkıya ihanet ettiğini düşünüyorum. ‘İstanbul’da Sonbahar’ı yalnız olan birsinin söylemesi daha iyi olurdu ve orada herhangi bir ikinci kişinin varlığı şarkının içindeki özlem duygusunu alıp götürüyordu. Bazı şarkıları da iki erkek söyleyince bir garip olduğunu gördük. Mesela Yalın da tek başına okudu parçayı. Candan Erçetin de tek başına okudu. Bazı parçalarda da küçük küçük imza gibi aralara girdim ben, tam düet olmadı yani… Mesela Kreş’in seslendirdiği parçada ve Yavuz Bingöl’ün seslendirdiğinde arka vokal girdim.

Sonuç seni mutlu etti mi?

Etti. Hatta elimde şarkı da kaldı. Keşke üçüncü bir CD daha yapsaydım diye düşündüğüm oldu.

Evinle ilgili konuşmadan edemeyeceğim. Duyduğuma göre şu an bulunduğumuz, Nişantaşı’ndaki evinden Cihangir’deki evine taşınacakmışsın. Burada biraz sıkılmışsın ve hatta salondaki bu koyu renk kadife perdeleri hiç açmıyormuşsun…

Evet, alt katta perdeleri hiç açmıyorum çünkü çok yakın evler birbirine. Apartman falan görmek istemiyorum. Üst katta teras var diye biraz daha ferah, orada hep açık perdeler. Bir evim daha var Cihangir’de, önü bomboş deniz manzaralı, oraya taşınacağım tekrar.

Bir de THY desenli koltukların dikkatimi çekti. Çok cici olmuş da ne alaka? (Şık deri koltukların üzerine örtülmüş pötükare desenli mavi ve kırmızı renkte olmak üzere iki adet polar battaniye söz konusu olan.)

Birincisi THY’yi çok seviyorum cidden. İkincisi battaniyelerini çok seviyorum. Hatta hosteslere “Battaniyenizi çalıyorum haberiniz olsun” diyorum. Sonra da evde reklam panosu gibi kullanıyorum işte böyle.

Bu kareli versiyonlarını ilk kez görüyorum. Hangi uçuştan acaba?

Bunlar eski biraz. Bir de mavi renkte olup üzerinde yay gibi şekilleri olanlar var, onları da çok seviyorum.

Pekala, plazmanın karşısındaki yer yatağı nedir? (Salonun bir bölümünde sadece çift kişilik bir yer yatağı var, karşısında da kocaman bir plazma televizyon)

Televizyonu hep uzanarak seyrediyorum. Başka türlü rahat edemiyorum, buna çok fena alıştım. Sinemaya falan da gidemiyorum artık. Çok rahatsız geliyor bana, evimdeki konforu bulamıyorum doğal olarak.

Neyse evi bir kenara bırakalım, biraz özel sorulara girelim. Sen ayrılıklarını nasıl gerçekleştirirsin?

Şarkı yazarak.

Nasıl dile getiriyorsun peki?

İnsana başta bu olay ‘terk edilme’ gibi gelmiyor. Beraber karar verilmiş gibi oluyor. Bir de ben sürekli sevgili değiştirmem. İki üç aylık ilişkiler yerine uzun vadeli ilişkiler yaşayan bir adam olduğum için çok fazla ayrılık yaşamadım aslında. “Sevgilimden ayrıldım” dediğimde 1,5 geçmiş oluyor zaten üzerinden.

Bu durumda bağlanman da zaman alıyordur.

E tabii. Benim herhangi bir ilişkiyi sahiplenebilmem için üç beş ay yetmez.

Ömründen yiyorsun o zaman sen.

Herkesin ömründen yiyorum.

20 Kasım’da organize etmiş olduğun yaş günü partisine istinaden soruyorum bu soruyu… İnanmadık gerçi o kadarına ama, eski kız arkadaşlarından oluşan 40 kişilik bir parti düzenlemişsin... Doğru mu?

Yalan tabii o. İlişkilerim, en sonuncusuyla hariç iyidir benim genelde. Ama öyle 40 kişi falan da değil. Beş altı kişiden bahsediyorum zaten. Eski sevgililerimin de birbirleriyle araları iyidir, arkadaştırlar, kollarlar birbirlerini.

Hatta hepsi kanka olup sana karşı cephe mi oluşturdular yoksa?

Öyle değil de, yeni sevgilimle falan bir problem olduğu zaman eskileri o sorunu halletmeye çalışabiliyorlar.

Bu da büyük başarı, nasıl oluyor bu?

İlişki o kadar uzun bir zamana yayılıyor ki, eski sevgililerden bahsediyorum, 20 sene evvelki sevgilinle artık bir tür aile gibi oluyorsun. O benim eski sevgilim diye bile düşünmüyorsun artık. Düğününe gidiyorsun mesela ve onun adına duygulanabiliyorsun.

Kendini ne zamanlar acınacak halde hissedersin?

Genelde fiziksel anlamda önümde yoğun bir gün geçecekse. “Ya, yazık bana” diyebiliyorum o güne başlarken. Kimi dönemlerde 7-8 röportaj üst üste yapacak oluyorum mesela ya da turne dönemlerinde evimden uzakta olduğum için de kendime acıyabiliyorum. Çünkü ben en lüksünden bile olsa otel odalarını sevmem ve soğuk bulurum. Hayata dair acıdığım anlar yoktur.

Zaten çok da çıkmıyorsun turneye… Fanta’dan sonra olmadı galiba.

Evet, turneye çıkmayı seviyorum aslında ama 20 gün üst üste de olmasın. O kadar da uzak kalmayayım, arada gelip kalayım evimde istiyorum. Hatta ideali, nerede konser verirsem vereyim evime dönebilmem şeklinde organize edileni olurdu.

Seslendirme yapmayı düşünür müsün?

Bir kere denedim aslında ama beceremedim. Tarzan’ın filmi gelmişti. Şarkısını söylemeye çalıştım, olmadı. Orijinalini Phil Collins seslendiriyordu ama benimki onun söylediği tarza hiç benzemedi. Teoman Tarzan’ı söylüyor gibi oldu. Sonra Fatih Erkoç şarkıyı söyledi, çok da güzel oldu. O arada filmin seslendirmesini yapacak olmam da düşünülüyordu! (Ayrıca ben de Tarzan’ın hayranıyımdır çocukluktan beri) Walt Disney’den bir adam geldi ve benim seslendirmeyi denememi istedi. Text’leri alıp eve geldim, hatta filmi seyredip okumayı denedim ama beceremediğimi gördüm.

Ama o öyle olmuyor ki…

Evet öyleymiş, ben bilmiyordum. Meğerse onun bir tekniği varmış sonradan öğrendim. Okan Bayülgen’e falan sordum. “Onun tekniği var hemen öğreniyorsun” dedi.

Şimdi teklif gelirse…

Olur herhalde.

Bu arada artık Avrupa Yakası’nın çekirdek kadrosunda yer aldığını düşünüyor musun? Elinde gitarın, sırtı dönük poz verdiğin posterini görüyoruz hep!

Öyle mi? Bir ara görmüştüm… Şebo’yu falan da kullanıyorlar.

Evet, ama sen her köşe başındasın.

Plato Film’in marifeti olsa gerek… Sinan Çetin arkadaşımdır çünkü. Gülse de benim çok eski arkadaşım Boğaziçi Üniversitesi’nden. Akıllarına geliyorum ve kullanıyorlar demek ki. Bir bölümde oynadım da zaten Avrupa Yakası’nda.

Bir bölümünde yer almayı düşünür müsün diye soracaktım ben de. Hangi bölümdü?

Oradaki karakterlerden birinin arkadaşıydım. Kafe açacaktı beni de açılışa davet ediyordu. Ama ben geç geliyordum. Tüm gazeteciler gittikten sonra. Tabii fırçayı da yiyordum.

Süpermiş! Yeni bir senaryo üzerinde çalışıyormuşsun…

Yeni senaryom var, evet. Bir tane ‘İstenmeyen Tüyler’ adında bir projem var ayrıca, onu çekecektik ama araya bir sürü şey girdi. Şimdi bu albüm ocak ayında çıktıktan sonra artık uzun bir süre senaryolarım üzerine yoğunlaşacağım. İlla ki çekmem gerekmiyor ama yazarım. Seviyorum yazmayı.

Nasıl yazıyorsun? Durup dururken mi yazacakların aklına geliyor yoksa daha mı sistemli gelişiyor bu süreç?

Canım yazmak istiyor. O üretim süreci doğal hayatıma girmiş durumda ki aklıma bir şarkı sözü geldiğinde elime nasıl gitarı alıyorsam şimdi de laptop’ı alıyorum. Küçük küçük şeyler kaydediyorum. İlginç şeyler yaşadığımda onları doküman haline getiriyorum zaten.

Röportaj yapılırken ne hissediyorsun?

İlk başlarda çok rahatsız oluyordum. En doğru şeyi söyleyemediğimi düşünüyordum. Artık, nasılsa tek bir röportaj yapmıyorum bunda bir şeyleri eksik bırakırsam, yanlış anlaşılırsam, bir sonrakinde toparlarım diye düşünüyorum.

Durmadan sana soru sorup duruyorlar. Yok ilişkilerini nasıl bitirirsin? Yok o battaniye nereden çıktı? Perdeleri neden açmıyorsun gibi… Hakkında bu kadar soru sorulması rahatsız ediyor mu seni?

Başlarda insan kendini tanıtmak istiyor. İçindekileri anlatmak istiyor. Sonrasında ise kendimi fazla açtım, herkes beni tanıyor ve üzerine bir şeyler ekliyor diye düşünmeye başlıyorsun. Hatta yorum yapılan bir figür olmak rahatsız ediyor. Yapacak bir şey yok tabii.

Aslında konuşmak hoşuna gidiyor gibi…

Aslında röportaj yapmamayı tercih ederim. Bir dergide yer almak güzel. Geçen gün Nil’le konuşuyorduk. İlk zamanlarda röportajını alırsın, üç beş kere okursun, bakarsın adam gibi konuşmuş muyum diye üzerinde düşünürsün. Ama şimdi öyle değil. Artık basın dosyalarım. Arşiv yapılıp bana gönderiliyorlar, üç beş ay sonra belki bakıyorum. Kendimi merak etmiyorum ki, orada ne söylediğimi, nasıl göründüğümü biliyorum çünkü.

Kendine ne sorardın bomba etkisi yaratacak cinsten?

Öyle bir tercihim yok. Bana soru sormasalar da ben istediğim cevabı bir şekilde veririm. Bana neden şu soruyu sormuyorlar diye üzüldüğümü de hatırlamıyorum.

Sence hayat risk almaya değer mi? Bir yerlere gelebilmek için risk almak şart mı?

Hayat sürekli aynı şeyi yapmaktan ibaret olmamalı bence. O yüzden hayatın seyrini değiştirecek küçük küçük hareketler yapılmalı ara sıra. Elindeki güzel şeyleri çöpe atacaksan risk almak kötü bir şeydir.

Küçük şeyler mi diyorsun?

Evet, bana göre küçük olanlar başkalarına büyük gelebilir belki. Alacağım en radikal karar müziği bırakmak olabilir ki o da bana çok büyük bir değişiklikmiş gibi gelmiyor. Hem kendimi, hem kariyeri, hem de onun yarattığı dünyayı çok da önemsemiyorum. 25 yıldır hep bulunduğum noktanın hayallerini kuruyor olsaydım ve bu günüm için yaşıyor olsaydım o zaman işi bırakmak risk olabilirdi tabii.

Hiç yorum yok: