12 Ağustos 2008 Salı

Birsen Birdir Roportaji Yüxexes Şubat 2008

Birsen Birdir Röportajı Yüxexes Şubat 2008
Bu kış Teoman okuyor, Teoman giyiyor ve Teoman’ı başkalarından dinliyoruz!!!
Karşınızda; "Söz ve Müzik Teoman"!

Yeni albüm fısıltıları kulağımızda vızıldarken, uzun süredir ertelediğimiz röpörtajımızı yapmak üzere yola koyuluyorum, söz verdiğim saatten önce oradayım. Sorun olur mu diyorum, olmaz diyor. Kapıyı çalıyorum ve beklemeye koyuluyorum, kot pantolonu ve flip flopları ile Teoman açıyor kapıyı, buyur ediyor beni. Ne içersin diyor, çay iyi olur diyorum yüzsüzce, o çayımı yaparken ben de kayıt cihazlarımı kontrol ediyorum. (-lar diyorum çünkü artık işimi sağlama alıp bir dijital bir de analog cihaz taşıyorum.) Etrafıma bakınıyorum da, gerçekten çok güzel bir evi var Teoman’ın. Sımsıcak. Çoğu vaktimi burda geçiriyorum diyor. Karşılıklı oturup röpörtajımıza başlıyoruz. İşte size Teoman’ın yeni çıkacak albümü, albümle eş zamanlı beklenen kitabı ve destek verdiği sesli tişört kampanyası hakkında detaylar.

- Teoman yeni bir albüm yapıyor, fakat bu albümde yeni şarkı yok. Eski parçalarını bambaşka isimlerden dinleyeceğiz bu sefer. Bu proje nasıl oluştu, nasıl gelişti?

Bu aslında Avrupa Müzik’in teklifiydi bana. Artık bir albüm çıkarma vakti gelmişti, yaza doğru çıkmalı diye düşünürken, yeterli şarkım var mı diye bakıyordum. Hali hazırda iki üç parçamın olduğunu gördüm. Çok da yaratıcı olduğum bir dönemde değilim sanırım genel olarak. Plak şirketi düet albüm yapma fikri ortaya attı. Yani on tane eski şarkı seçecektik, belki bir, iki tane yeni şarkı yazıcaktım ve bu parçaların hepsi düet olacaktı. Fakat sonradan insanların yalnız söylemeleri daha mı iyi olur diye düşündüm. Derken fikir gelişti ve bunun daha doğru olacağına karar verdik. Mesela ‘İstabulda Sonbahar’ bir kişinin söylemesi gereken bir şarkıydı. Bir özlem şarkısı o ve platonik bir aşktan bahsediliyor orda. Orda mesela erkek sesi olmazdı bir kadın söyleyecekse ki Nil Karaibrahimgil söyledi. Veya ‘Güzel Bir Gün Ölmek İçin’i Mirkelam söyledi, orada iki erkeğe yer yoktu. Bir espirisi olmayacaktı o şekilde. Bu sebeple düetten vazgeçip bu yöne doğru yöneldik. Böylelikle iş daha da büyüdü. Çünkü müzisyen arkadaşımız da çoktu, derken bir cd’ye de sığdıramayacağımızı düşündük ve olay double cd’ye döndü. Onun da hepsini yetiştiremeyeceğimizi farkettik, çünkü ocak’ta çıksın istiyorduk. Bu sebeple Söz ve Müzik Teoman 1 bu ay çıkıyor, ikincisi de mayıs ayı gibi planlanıyor.

- Geçtiğimiz yaz, Rock’n Coke sahnesinde seni Rashit grubu ile aynı sahnede izledik. Birbirinizin parçalarını söylediniz. Bu deneyim, bu proje için bir ışık yakmış olabilir mi?

Aslında hayır, aralarında bir bağ yok. Ben Rashit’i eskiden beri seviyorum, yıllar var ki dinlerim. Sonra şarkıları dikkatle inceledim, daha da çok sevdim. Kişi olarak da sevdiğim insanlar ve yaptıkları müzik sevdiğm bir tür. Ben kendimi o konteksden ayırsam da başka başka şeyleri beğenebiliyorum Yani bu insanlar ne yapmak istemişler, yapabilmişler mi gibi düşünüyorum. Eleştirmen tarzı ile bakmıyorum, daha çok müziksever yönümle bakıyorum. Bunlar benim kalbime dokundular mı dokunmadılar mı. Önemli olan bu benim için şarkılarda ki, Rashit’i seviyordum, eski bir konserlerinde ben onlarla sahneye çıkıp çalmıştım. Gitar çalmıştım, armonika çalmıştım, söylemiştim zevkine. Sonradan projeye dönüşmesi, sanıyorum ki Orkun’un Rock’n Coke’a böyle bir teklifle gitmesiyle oldu. Ben de seve seve kabul ettim. Ondan sonra çıktık çaldık, çok da keyifliydi. Ama albüm fikri plak şirketinden gelen bir teklifti.

- Bugüne kadar yaptığın yedi adet stüdyo albümü var. Bu projede yer alacak parçaların seçimleri nasıl oldu, eleme kriterleri neydi? Karar sana mı aitti?

Yani küçük bir eleme yaptım ben tabi. İnsanların daha önceden bildiği, alıştığı parçalardan oluşsun ki bir espirisi olsun istedim. Benim çok sevdiğim, araya kaynamış şarkılar vardı, albümlerde çok öne çıkmamış, ama bunu baz almadım. Sanatçıların bazıları hit olan şarkıları değil de, daha geride kalan parçaları söylemek istedi. Mesela Candan Erçetin Kim i söylemeyi tercih etti. O parçanın klibi yoktu ama iyi ki onu söyledi. Plak şirketim benim albümümde bu parçaya pek fazla değinmemişken, Candan’ın yaptığı versiyonu çok beğendiler. Başkaları da çok beğendi ki, Ümit Ünal ın Ara adlı filminin soundtrackinde yer almasına karar verildi. Video klibi çekildi bile. Sezen Aksu mesela kendisi seçti Paramparçayı. Ama Yavuz Bingöl’e ben söyledim İki Çocuk olsun diye. İçeriğinin ona çok oturacağını düşünüyordum. Nil’e de ben söyledim, Kreş’e de ben söyledim ama mesela Harun Tekin kendisi seçti. Hayko Cepkin’in mesela Gökdelenleri çok sevdiğini zaten biliyordum, onu teklif ettim bu nedenle.

- Projede yer alan isimlerin seçimi nasıl oldu? Çok ilginç isimlere rastlıyoruz burada. Neden onlar?

İki sebep var en nihayetinde. İlki, benim beğendiğim isimler olması, ikincisi bana bir açıdan yakın isimler olması. Hiç tanımadığım isimlere teklif ettiğim de oldu, yani birebir tanışmasam da uzaktan takip ettiğim. Ama hem kişilik olarak beğendiğim hem de müzikal anlamda takdir ettiğim isimler olmasına özen gösterdim. İki parametre vardı.

- Kendime yakın bulduğum isimler dedin. Oysa projede müzik türü açısından sana yakın görünmeyen isimler de var.

Her ismi bir açıdan yakın buluyorum kendime. Ben müzik türlerini ayırmıyorum. Bir müzik türü diğerinden daha iyidir gibi bir ayırım yapamam. Benim tercihim budur ama bu sonuçta estetik bir tercihtir. Müzik türlerinde iyi kötü ayrımı yapamam. Bana göre sevdiğim şarkı vardır, sevmediğim şarkı vardır. Genelde öyledir. Mesela Yavuz Bingöl’ün ‘İki Çocuk’u söylemesi çok başkaydı. Benim yaptığım versiyon punk’tı ama halk müziğine doğru gidebilecek bir parçaydı. Yavuz söyleyince şarkı bambaşka bir anlam, içerik kazandı. Sezen Aksu ‘Paramparça’yı bambaşka bir şarkı haline getirdi. Benim söylediğim daha pop rock formatındaydı, Müzlüm Gürses söylediğinde daha bir arabeske, fantazi taraflarına meğil ederken, Bülent Ortaçgil blues yapmıştı. Ben aslında kendimi bir çeşit kumaş üreticisi gibi görüyorum. Ben şarkıyı yaptım, bu nerelere doğru gidebilir bunu görüyorum. Benim slov yaptğım şarkıyı bir başkası alsa heavy metal yapsa veya benim rock yaptığım bir şarkıyı arabeske çevirse neler olur. Bu benim hoşuma giden birşey. Şarkı müzik türlerinden bağımsız olarak da ayakta kalabiliyor mu acaba, bunu görüyorum.

- Şimdiye dek, çıkacağı söylenen her yeni Teoman albümü oldukça merak uyandırdı, ama bu albüm sanıyorum en çok merakla bekleneni. Bu albümün kayıtları süresince neler yaşandı?

Şimdi bu albüm öyle bir şey ki, parçalar başka kişilere verildi ve farklı stüdyolarda senkronize olarak kaydedildi. Yanyana giden apayrı kayıtlar oldu yani, bu sebeple ben projenin bu kısmına tam anlamıyla katılmadım. Son etapta ben vardım. Kimisini mixlenmeden önce dinledim, kimisine vokal yapmam gerekti, biraz daha önce dinledim ama bazılarını da mixi yapılmış olarak dinleyip cd’ye koydum. Ve nasıl olmuş acaba diye ilk defa evimde dinledim. Bu sebeple kayıt aşamasında neler oldu tam olarak bilemiyorum. Muhakkak ki ilginç olaylar olmuştur, mesela ‘Paramparça’ ikinci defa kaydedildi. Birincisini kaydetmişti Sezen Aksu, içine sinmemiş, birdaha kaydetmek istedi. Ama benim için en için en ilginç olanı şuydu, Erol Büyükburç da albümde yer alsın istedim. Türk müziği içinde çok önemli bir yeri var kendisinin. Mayısta çıkacak olan ikinci cd’de yer alacak. Erol Büyükburç için uygun, rock’n roll bir parça seçtim, aranjmanında kendim bulundum hatta armonikasını da beraber çaldım. Kayıtlarında da bulundum, dergiye geçecek kadar önemli değil belki ama, orada Erol Büyükburç ile vakit geçirmek benim için çok keyifliydi. Ve kendi jenerasyonumdan Mirkelam, Yaşar, Feridun Düzağaç olsun da çok istedim. Yaşar’a ‘Rüzgargülü’nü söylemesi için ısrar ettim, onun aklında başka şarkılar vardı ama ‘Rüzgargülü’nü söylesin istedim. Kendisi de sonradan gelip, ‘Abi, adamına göre şarkı seçiyormuşsun hakkaten, tebrikler’ dedi. Kendisi de sonuçtan çok memnun kaldı.

- Projede yer alması düşünülen ama herhangi bir sebepten ötürü katılamayan isimler oldu mu?

Kimi isimlerle prensipte anlaşmıştık ama yoğunlukları nedeniyle projede yer alamayan isimler oldu. Mesela Ayten Alpman bir parça söyleyecekti fakat, jazz türünde türkçe sözleri pek oturtamadığını söyledi. Jazz müzikte türkçe söylerken çok rahat etmediğini söyledi kendisi. Belki de kibarca, beni üzmemek için söylenen bir mazeretti ama Ayten Alpman olsun isterdim. Jazz parçası yapmıştık bir tane, denedi ama yapamayacağını söyledi. Başka bir düet fikrine açık. Daha rahat sözcükleri kullanarak yeni bir parça yaparsam belki birlikte söyleyebiliriz. Ben çünkü melodik anlamda düşünen biri değilim, söz yazarak başladığım için şarkı yapmaya, bazen insanları yorabiliyor seçtiğim kelimeler. Harun Tekin mesela ‘İstasyon İnsanları’nı söyledi ama müzikal kelime dağarcığına uymadığından bazı kelimeleri kendince değiştirdi.

- İkinci albümde bizi bekleyen isimlerden birkaçını sorsam? (Macbookunu açıp kopya çekercesine dosyaları karıstırıyor ve yakalanmış öğrenci edasıyla gülümseyerek cevap veriyor)

Pamela ‘Renkli Rüyalar Oteli’ni söylüyor, Aylin Aslım ‘Bazı Yalanlar’ı söylüyor, ‘Gündüz Tarifesi’nde Erol Büyükburç var ve ‘Sessiz Eller’de Zeynep Cassalini var. ‘Rambo’nun Ölümünü’ de Dolapdere BigGang’den dinleyeceğiz. Bunlara eklenecek altı, yedi isim daha var. Ekstradan yapılması planlanan altı, yedi şarkımız var. Sanıyorum Sertab Erener’de olacak ama o henüz şarkısını seçmedi. Olmasını istediğim birkaç isim daha var.

- Peki “Gördün mü bak, Teoman yeni şarkı üretemedi, eskilerini pişirip önümüze koyuyor “ tarzı bir yakınma olmayacak mı bu albümden sonra?

(Gülerek itiraf ediyor) Aslında biraz öyle. Yani yeni şarkılardan bir albüm yapsaydım bu albümün çıkışı biraz daha kayardı. Yani elbette herhangi bir zorunluluğum yok albüm çıkarmakla ilgili, bu albüm plak şirketinin önerisiydi, benim de önümde yapacak bir şeyim yoktu. Bana güzel bir meşgale oldu. Fikir de hoşuma gitti. Sonuçta da güzel bir anı olarak kalacak. Yani böyle bir yorum gelirse, biraz doğru olacaktır.

- Tüm müzik hayatına geri çekilip yabancı gözüyle baktığında, Teoman’da en çok ne değişti?

Kendimde aslında değişmeyenleri saymalıyım. Şarkı yaparken duyduğum zevk, stüdyo ortamında aldığım haz, konserlerdeki heyecan. Onlar değişmedi fakat onun dışında, artık herşeyin daha farkındayım. Büyük bir hevesle yola çıkılmadığını görüyorum. Şarkı yapmak hala çok zevkli ama ‘ben bir albüm çıkarayım, onun şusuyla böyle uğraşayım, insanlar neler diyecek acaba’nın merakı yok pek. Albümün promosyonuyla ilgili televizyonları dolaşmak, radyolara gttmek benim ilk başlarda hevesle yaptığım bir şey iken, şimdi biraz angarya gibi geliyor açıkçası.

- Bu dürüst cevabından sonra, vaktinde bir yerlerde okuduğum ‘Hayatımın amacı kalmadı artık’ türündeki söylemine değinebilirim sanırım. Gerçekten Teoman’ın amacı kalmadı mı?

Yıllar geçtikten sonra geriye dönüp bakıyorsunuz ki, işe başladığınız ilk heyecan kalmamış. İlk albümdeki, ikinci albümdeki heves yıllarla yok olmuş. Bir de tabii sektörel unsurlar var. Eskiden albüm satışlarından ne kadar insana ulaşabilmişiz, kendimizi ne kadar dinletebilmişiz ölçebilirdik. Gerçi o ticari bir gösterge ama insanların cebine kaç para girmiş gibi değil de, ben bu şarkıyı kaç kişiye ulaştırabilmişim gibi, egoya yönelik. Şimdi bunu bilemiyoruz. Albümlerin satışı ortada ama internetten erişimi öğrenemiyoruz. Albüm satışlarımın yanısıra internetten de herkese ulaştırılabiliyor olsak, ben hemen hemen herkese ulaştığımı bilsem mesela, çok mutlu olurdum. Oysa artık albüm satışları bizim etki alanımızı tam olarak gösteremiyor. Yıllar va yaşanmış olan tecrübe kalıyor geride. Eski hazzı alamıyorum evet, eskiden hayatımın amacı müzisyen olmaktı onu oldum. Üstüne küçük küçük amaçlar koydum, onları da yaptım. Başarılar veya büyük konserler. Onları da yaptım. Şimdi düşündüğümde, ben para kazanayım veya şunu yapayım gibi bir amaç gelmiyor aklıma. Tam anlamıyla hayatımı adadığım bir şey yok, yahu tamam ben bundan sonra bunu yapayım diyebileceğim bir şey de yok. Ama aslında hayatımı amacı var elbette, mutlu olmak.

- Yitirdiğini söylediğin o hevesi de göz önünde bulundurarak, şimdiye dek yaptığın işlerde sana en çok haz vereni, geriye bakınca seni en çok gülümseteni hangisidir?

En en zevklisi sanıyorum, ilk çocuğum, ilk albümüm. Onunla 1,5 sene uğraştım. Şarkıları hevesle yazdım, bakış açım şimdiki gibi de değildi. Daha müzikal düşünüyordum, sözler geri plandaydı. Yine elimden geleni yapıyordum ama müzik daha ön plandaydı. Ama ilk albüm benim için çok özledi. Onunla o kadar çok uğraştım, o kadar benimsedim, o kadar sevdim ki. İlk albümden sonra artık tecrübe ediniyorsunuz, alışıyorsunuz. O albümü uzun yıllar dinledim ben. Şimdi şarıkılarımı yine sevinçle yapıyorum, albümümü severek yapıyorum ama ilk albümde olan sevgim, duyduğum müteşekkirlik hissi bambaşka. Pek hissetmyorum o hissi artık. Bir de tabi, albümü çıkarmak belli bir kademeyi aşmak gibi. Belli bir yere gelmiş oluyorsunuz, ondan sonrakiler onun biraz tekrarı oluyor. Birinci albümüm benim için en değerlisi.

- (İlk albümü hakkında konuşurken hala ses tonunun farklı tınladığını, gözlerinin parladığını gördükten sonra, dayanamayıp bu ay Ar-Ge’de sizlere sunduğumuz dosya konumuzu soruverdim.)Albümlü olmak, profesyonel olmanın şartı mıdır? Albümü çıkmak üzere bekleyen pek çok amatör grup varken, senin bu konu hakkındaki düşüncelerin neler? Albümden beklenen ne olmalıdır?

Galiba artık albüm şart olmayacak. Gidişat onu gösteriyor. Albüm satışları artık pek de geçerli bir gösterge değil, ben sektöre biraz uzak olduğum için artık değişen birşeyle rvar. Biz albüme yönelik bir kültürden geliyoruz, artık başka bir şeye yöneleceğiz sanırım. Format değişiyor ama nereye doğru gidiyor tam bilemiyorum. Avantajları olacaktır elbette, deavantajları olacaktır. Her değişim öyle bir şey. İllaki içerisinde yan etkiler barındırır. Benim dönemimde, bizim albümlerimizi yapmakistemiyordu kimse. Açıkçası, şimdiki müzisyenlerin durumu bizim bulunduğumuz durumdan daha zor değil. Bizim yaptığımız müzik Türkiye’de genel geçer kabul edilmiş müziklerden farklıydı ve pek fazlarağbet görmüyorduk. Plak şirketleri yüzümüze bakmıyordu. Güven Erkin Erkal bu durumun düzelmesi için uğraşmış birisidir. (Karşılıklı gülüşüyoruz ve ekliyor) Benimle uğraştı yani, albümümle uğraştı. Yıllardır hevesini kaybetmemiş isimlerden birisidir. (Büyük üstad hakkında biraz daha konuştuktan sonra devam ediyor.) Şimdi seyirci de aştı diyor, neyi koay alırsa ona alışıyor insan. Biz Boğaziçi üniversitesinde haftada 3 gün 7’şer saatten prova yapardık, iki dönem boyunca çalışırdık, Mayıs ayında bir tane konser vermek için. Artık böyle birşeye gerek yok, 20 tane parça alırsın, onları coverlar Taksim’de bir barda çalarsın. Biz o konserden sonra başka insanlar olurduk, 10 gün 20 gün kendimize gelemezdik. O hazzı şimdi kimse yaşayamıyor. O zordu, şimdi daha kolay. Tercih meselesi tabii. Ben aslında bir takım şeylerin zor olunca daha güzel olduğuna inanan biriyim. Eskiden daha güzeldi.

- İlk albümden bu yana, insanların hayatını doğrudan etkileyen şarkılar yaptın. Belli bir kesimi aşıp, tüm halkın benimsediği, etkilendiği albümler ortaya koydun. Bu etkin rolün, müzik yaşamında taşıman gereken bir sorumluluk hatta sırtındaki kambur haline dönüştü mü hiç? Bunu göz önünde bulundurdun mu?

Ya ben, insanlar neyi beğenir acaba, veya bu kesin hittir tarzı şeyleri bilen birisi değilim ben. Prodüktörler bilir ama ben bilemem, öyle biri değilim. Şarkıyı ben yaptıktan sonra, düzenlemesi yapılırken bu şarkının hissini en çok ne verir diye düşünüyorum. Yoksa bu şarkı en çok nasıl satar diye düşünmedim hiç. Biliyor olsam belki düşünürdüm ama bilemiyorum.

- Yurt dışına açılma gibi bir planın hiç olmadı mı?

80’ler sonu, 90’lar başına dek yaşattığımız bir grubumuz vardı ve onda ingilizce söylüyorduk. Orjinaldi parçalarımız, hiç cover çalmayan, kendi parçalarını çalarak başlayan bir gruptuk. O zamanlar düşünüyorduk. Konserlerimiz 20 30 kişiyle başlayıp kalabalıklaşıyordu. Ama ingilizce söyleyerek Türkiye’de bir yere varamayacağımızı biliyorduk. Yapmak istediğimiz müzikse ingilizceydi. 90’ların başından itibaren Türkçe şarkılar da yazmaya başladım. Onları da sevdim hatta türkçe daha iyi yazdığımı düşünmeye başladıktan sonra, yurt dışına açılma hayalim olmadı. Türçe sözlü müzikle olmazdı, Şıkıdım gibi bir parça yurt dışında tutabilir ama benim yaptığım tarz müzik, etnik öğeler barındırmıyor. Daha entarnasyönel ve bu tarz müzik yapan çok grup var, üstüne bir de kambur olarak türkçeyi koyunca çok sa tatmin edici olacağını sanmıyorum onlar için. Ben batılı müzik severim ama eğer hevesli olsaydım müzikal anlamda küçük küçük etnik öğeleri nkullanımının ve üstüne ingilizce sözlerin kullanımının gerekli olduğunu düşünürdüm. Yapmayı ister miydim veya yapabilir miydim emin değilim. Etnik müzik pek bilmiyorum, ben daha çok anglosaksonların müziğini dinliyorum. Bir de şu var tabi, türkçe yazmayı daha çok sevdim, kendimi daha iyi ifade edebildiğimi düşündüm. İngilizce yazamadığımdan değil ama türkçe yazarken kalem kağıda dokunuyor ve kendiliğinden gidiyor ama ingilizcede o kadar doğal olmuyor, düşünmemi gerektiriyor. İşin içinde daha fazla beyin giriyor, proje oluyor o zaman da kalbi, duyguyu daha geriye atıyorsunuz. Yurt dışında ünlü olmak gibi bir amacım da olmadı. O hissin içinde biraz Türk kompleksi olduğunu düşünüyorum açıkçası. Bu bir gereklilik değil bence, ama ingilizce müzik yapıyorsanız ve bu size daha çok haz veriyorsa onu da anlayabilirm. Türkçe müzik dinlemeyen insanları da anlayabiliyorum ben, eskiden benim de oldu öyle dönemlerim. İngilizce dinlemekten, söylemekten zevk alıyorsnız, türkçe kulağınıza batıyorsa, fransızca batar mesela bazılarına, o zaman elbette sizin için yurt dışı gereklidir. Onu anlayabiliyorum ama sürekli türkçe müzik yapan birinin yurt dışına açılma isteğinde her zaman olmasa da bir kendini kanıtlama idiası seziyorum. Bunlar hepimizde olan şeyler elbette ama benim böyle bir isteğim olmadı.

- Konumuz buralara kadar gelmişken o halde, geçtiğimiz ay kapak konusu olarak tartışmaya sunduğumuz Mor ve Ötesi’nin Eurovision’a katılımıyla ilgili neler düşündüğünü de öğrenebilir miyiz?

(Fincanından bir yudum alırken kafasını sallıyor onaylar biçimde) Okudum, herkes bir şekilde eleştirmiş ama bence çok da üstlerine gitmeye gerek yok. Çok güzel müzikler yaptılar, şimdiye dek çok güzel yerlere geldiler. Gruplarını içerik olarak da çok güzel bir yere oturttular. E Eurovisiona katılma kararları da bütün herşeyi yıkmasın. Başarılı olup olamayacaklarına gelirsek, benim için Eurovision bir müzik yarışması değil, telefon yarışması. Türkler istediklerine oy veriyor, Bosna Hersek Türklere oy veriyor, Ortodokslar birbirlerini kolluyorlar falan falan. Orada müzik en önemsiz unsur olarak kalıyor. Herkes kime oy vereceğini biliyorsa, Almanya’dan alınan oyların sebebi oradaki türk nüfusuysa, Mor ve Ötesi’nin veya Sertab Erener’in gitmesinin bir anlamı yok. Herkes evinden telefonla oy versin, en çok telefonu Türkler açtı desinler, bu sene onlar kazandı desinler. (Gülümseyerek devam ediyor) Bu daha mantıklı olabilir. Mor ve Ötesi’ni gereksiz yere hırpalamaya gerek yok yani. Önemsiz bir yarışma olduğu kanısında herkes hemfikir. Onlar neyi düşünerek kabul ettiler bilemiyorum ama sonuçta Mor ve Ötesi bugüne dek çok da yanlış işler yapmamış, oldukça da zeki insanlardan oluşan bir grup. Gerek var mıydı dersek, varmış demek ki. Nerede yapılıyor bu sene yarışma? (Utanarak ‘bilmiyorum’ diyorum, gülüyor) O kadar bile umursamıyoruz artık, o kadar içimizde değil ki. Görmek istedikleri bir yer olabilir, oraya gitmek için kabul ettiklerini varsaysak bile, bu şımarıklığı yapabilecek konumda olduklarını düşünüyorum. O dahi bir sebep olabilir, canımız istiyor gidelim bakalım demiş bile olabilirler.

- (Utancım devam ettiğinden hemen konuyu değiştiriyorum, bu arada öğrendim, Belgrad’daymış J) Müzisyenlik, oyunculuk, senaristlik, yönetmenlik derken şimdi bir de yazarlık mı ekleniyor Teoman’ın sıfatlarına? ‘Söz ve Müzik Teoman’ albümü ile eşzamanlı aynı isimle bir de kitap çıkarıyorsun?

Aslında tam olarak yazarlık değil burada yaptığım. Şarkı sözlerim, onlar ile ilgili tüm notlar, şarkıları bestelediğim karalamalardan oluşuyor kitap. Yine çok bir çabam yok yani. (Gülüşmelerin ardından) Şarkıları nasıl geliştirdiğime dair ipuçları veren, kimi zaman yolda, turnede peçetelerin üstüne aldığım notlardan ve bir takım fotoğraflardan, resimlerden oluşan bir kolaj aslında bu. Yazarlık değil yani. Ama yazıyorum ben, hali hazırda çekilmeyi bekleyen iki senaryo ve bir de daha ne yapacağıma karar vermediğim, tiyatro oyunu olarak tasarladığım ama belki romana belki de sinemaya uyarlanacak bir projem var. Bir şekilde uğraşıyorum onlarla. Yani bu ev çapında (eliyle salonun etrafını gösteriyor) yazarım, insanlar henüz görmediler ama. Yazıyorum yani kendimce. (Tekrar gülüşüyoruz ardından ciddiyetle devam ediyorum)

- Tüm bunları, bu notları yani saklarken yani, var mıydı kafanda bunun planı? Bunları birleştirir de kullanırım belki bir şekilde demiş miydin?

Başka amaçlarla saklıyordum ben onları. Tüm o defterler, kağıtları geri dönüp bakmak için tutuyordum. (Çalışma masasının çekmecesini işaret ediyor göz ucuyla) Beşinci albümümde, birinci albümde yazdığım bir sözü kullanabiliyorum, bir sürü şey yazmışım, ilk albümde kendine yer bulamamış, ikide üçte dörtte bulamamış ama beşincide yazdığım herhangi bir parçanın bir yerine cuk diye oturuyor. Ben şarkı yazmaya niyetlendiğimde, tüm onları tararım. İçlerinde kullanmadığım ama şu sıralar yazdığım herhangi bir şeye uyan bir şey var mı diye gözden geçiririm. Bu sebeple böyle bir arşiv yapmıştım, yoksa çok da böyle arşivci biri değilimdir. Hem yazım çirkindir hem de onları düzenli bir şekilde tutamam. Biraz da Funda’nın, menejerimin etkisi var bunda. O benim ile ilgili pek bir şeyi atmaz. Ben atma meraklısıyım tutmam ama Funda öyle değil. Resimlerimden küçücük küçücük kağıtlara kadar herşeyi saklamış. Afişleri saklamış. (Bu kitapta asıl emek Funda Hanım’ın o halde diyorum, gülüyor) Dediğim gibi, ben onları yazarken,o şarkıları yaparken uğraştım ama daha sonra o materyaller toplantıktan sonra, yayınevindeki arkadaşların uğraşı oldu, tasarımı yapan arkadaş uğraşıyor şimdi. (Kendi kendine gülüyor sonra devam ediyor) Ben de böyle tembellik döneminde işte, sanki ürün veriyormuş gibi görünüyorum. Şubat başı gibi albümle aynı vakitlerde, senkronize biçimde çıkmış olur sanıyorum ki. Büyük ihtimalle beş, on güne ilk parça radyolarda dönmeye başlar – Paramparça olacak galiba-, onun akabinde albüm çıkar, kitap da o vakitlerde hazır olur. Belki bir kaç gün gecikebilir.

- Gelelim ‘Sesli Tişört’ lere. Mavi Jeans, Toplum Gönüllüleri Vakfı ve Teoman’ın yolları nasıl kesişti?

(Cevap vermeden önce soruyor, nasıl duruyor vitrinde, ben görmedim daha diye.En çok ‘Hayalperest’i beğendiğimi söylüyorum. Ben ayrırım yapamadım, hepsi çok hoşuma gitti tasarımların diyor. Sonra anlatmaya başlıyor.) Mavi Jeans benim hoşuma giden bir markadır, bir tür Galatasaray gibi geliyor bana (gülüyor bıyık altından), yurt dışındaki temsilcilerimizden diye. Teklif bana Mavi Jeans’den geldi. Onlar Togev’le böyle bir proje düşünmüşler. Çok da heyecanlanmışlardı, ben de onların heyecanına ortak oldum. Tasarımları gönderdiler bana fikrimi almak için, ben de her tasarımı ayrı ayrı çok beğendim. Ve projenin içinde yer almayı keyifle kabul ettim. Mor ve Ötesi ve Aylin Aslım’da bu projenin içindeki isimler ama henüz onlarınkini göremedim. (Ben gördüm ama, Aylin Aslım’ın ‘Zor Günler’i bayanlar için çok cici, diğerlerini pek içime sindiremedim. Zevk meselesi elbette. Evet pardon böldüm, devam.)Türkiye’de çok gelişmeyen bir alan bu ama yurt dışında sanatçıların ürünleri çok rağbet gören bir pazar.

- Tasarım yapılacak parçaların seçimleri Mavi Jeans’e mi aitti? Sana sorulsa, tercihin farklı olur muydu?

Evet onlara aitti. Bana sordular, benim aklıma bir şey gelmedi. Ben onlardan teklif bekledim sonunda. Total olarak bu tişörtlerle ilgili benim yaptığım tek şey, beğenmek oldu. (Gülüyor yine tembelliğini vurgulatarak.)

- Yani, oldukça aktif bir Teoman portresi göreceğiz önümüzdeki günlerde, yeni albümü çıkmış, yeni kitabı çıkmış, tişörtleri basılmış. Ama biliyoruz ki, Teoman bunlar için pek de fazla bir şey yapmamış?

Aslında kitabın oluşum aşamasında, yer alıcak materyaller, ne şekilde konumlandırılmaları gerektiği aşamasında çalıştım. Ama tabi ben yalnızca karar veriyordum. Küçük de olsa, kendimi çalışıyor zannedecek kadar bir uğraşım vardı. Albümümn içersinde bir iki aranjmanın başında durdum, bazı kayıtların başında durdum, bazılarında çaldım söyledim ama bir albüm çalışmasını nyüzde yirmisi kadar bir çalışmadır o. Yani şu projelerin tamamını toplasanız bir tane albüm çalışması etmez. Ama elbette hiç uğraşmadım da değil. Yaratıcı bir düşünce mi? Birazcık. (Oldukça diyorum, küçük bir yaratıcılık diyor, ısrar ediyorum)

- Kitap düşüncesi oldukça yaratıcı bir düşünce. Tişört fikri sana ait olmadığından es geçiyorum ama bizim ülkemizde sanatçının yaptığı işin dışında pazarlanması pek gelişmemiş bir olgu. Üstünde sanatçının logosu veya resminin olduğu tişörtler, rozetler, çanta ve şapkalar veya seninki gibi onlara ait, sahip olunduğunda sanatçı ile bağ kuruluyormuş gibi hissettiren ürünler açısından bir pazar henüz yok.

Kitap için, yayın evindeki insanlar da çok özen gösterdi. Benim beklediğimden daha güzel oldu. Hep aklımın bir köşesinde vardı bu fikir sanırım. İşin incikli boncuklu yanını da seviyorum, sadece müzik değil tatmin eden. Yani ben bu yaşımda hala yurt dışında benimkine benzer kitapları bulup alıyorum. En son Los Angeles’daydım, Bruce Springsteen’inkini aldım mesela. Çok beğendim, çok da kıskandım. Müziğin çevresi sektörel anlamda öyle güzel kuşatılmış ki. Ben kendi teenagerlık dönemimi düşünüyorum mesela, o kadar küçücük küçücük şeyler hoşuma giderdi ki, küçük resimler, minik posterler. Eğer ki gerçek bir müzikseversen, onlar seni mutlu eder. Eğer bir insan benim müziğimi seviyorsa, onları da sevecektir. Adımızın geçtiği, fotoğrafımızın geçtiği minik şeyler bizden bağımsız bir dünya oluşturuyor. Eninde sonunda ben bir müzik yazarıyım ve etrafımda oluşan tüm bu şeyler, kitap, tişörtler, albüm kapakları benim müziğimi tamamlayan unsurlar oluyor. Hem tamamlıyorlar hem güçlendiriyorler. Hoşuma gidiyor benim, isterim ki bu sektör daha da büyüsün, her grup için olabilsin. O zaman müzikseverler böyle birşeyin tadını alırlar, bu da sanatçılara yansır. Sektör ne kadar büyürse benim o kadar hoşuma gider. Müzik ne kadar çok etkili olursa o kadar hoş olur. Sonuçta insan yıllarca varolmaya çalışıyor, bir de kendini sevdiği şeylerle ifade ediyor. Mesela ben yıllarca Elvis Presley tişörtü aramıştım Zürih’te. Türkiye’de zaten yoktu, 14 yaşında Zürih’te her yerde öyle bir şey aradığımı hatırlıyorum.

- Bir gün bizim müzikmarketlerimizde de, Virgin’daki gibi bir katın merchandising ürünlerine ayrılacağını umud ediyorum. Bazı gruplarımız, kendi imkanlarıyla, kendi isimlerine tişört bastırıyorlar ama elbette bu çaba, çok yerel düzeyde kalıyor.

İleride olucaktır. Ben ilk albümüm çıkardığım dönemde müzik piyasasının buralara geleceğini de düşünmüyordum. Ne kendimin, ne Şebnem’in ne Özlem’in. Biz aynı zamanlarda albüm yaptık. Hemen hemen hiçbirşey olmayacakmış gibi göründü. Bir süre sadece biz götürdük, yeni isimler hiç katılmadı ama şimdi baktığımızda, hele o günlerle karşılaştırıldığında bunlardan hiçbirşey olmaz diyeceğimiz pek çok grup, güze güzel müzik yapıyor şimdi. Bence bu sektör de ileride daha çok gelişecektir. Bunu yapan grupların çabası da çok hoş, ama tabii bunun genişlemesi, açılması da lazım. Mavi Jeans’in yaptığı bu açıdan çok güzel bir örnek. Belki diğer firmalar da piyasadaki gruplarla uğraşsalar çok güzel şeyler olabilir. Bunlar yavaş yavaş başlıyor, Türkiye’de müziğin gideceği yer daha var. Müzikle ilintili olan sektörlerin de daha yolu var.

Sorularım bu kadar, vakit ayırdığın için teşekkür ederim. Eklemek istediğiniz bir şey var mı diyorum, yok diyor. Soru sorulmayınca aklıma bir şey gelmiyor diyor. Teoman’ı sıcacık evinde bırakıyor, apartman kapısını arkamdan sıkıca kapatıyorum. Emir Kusturica’nın yeni filminin son seansına yetişmek üzere yollarda koşuştururken düşünüyorum. Evet diyorum, bizim daha çok yolumuz var üstad.

Hiç yorum yok: