12 Ağustos 2008 Salı

Zuhal Hamzaoğlu Roportaji Arena Şubat 2008

Zuhal Hamzaoğlu Röportajı Arena Şubat 2008
Geceleri hızlı yaşayan, içkiye, kadınlara düşkün, hırçın bir kazanova fotoğrafının yanında evinde kendiyle olmaya bayılan; kitapları, filmleri, sevdiğiyle ve yazılarıyla mutlu, dingin bir adam. Teoman çelişkiler dünyasının ritmini, melodisini seviyor ancak aslen sözlere tutkun!

Ne oldu da şarkılarınızı başkalarına teslim etmeye karar verdiniz?
Ben artık ne zaman albüm yapacağımı düşünüyordum; plak şirketi, istersem araya yeni parçalar da ekleyerek eski parçalarımı düetlerle söylememi teklif etti. Düetlere sanatçı seçerken, bazılarında düet olmadan daha iyi olacağını düşündüm ve birdenbire olay karıştı. Sonunda 28 parçayı 14, 14; bir ocak bir de mayıs ayında albüm olarak çıkaralım fikrinde karar kıldık. “Bu şarkıların ortak paydası söz ve müziğinin bana ait olduğu parçalar olsun, ben de mümkün olduğunca o şarkılara katılayım ama zorunluluğu da olmasın...” dedik. İsmi de ‘Söz Müzik Teoman’ oldu.

Sanatçılar kendileri mi seçti söyleyecekleri parçaları?
Bazıları kendileri seçti. Bazıları benim aklımda zaten vardı; mesela Nil ve Yaşar gibi isimlere, yakın arkadaşlarım oldukları için onlarda iyi olacağını düşündüğüm parçalar için ısrar da edebildim. Bazılarına ise birer parça gönderdim ama onlar başkalarını tercih etti “Yok aslında benim şunda daha evvelden gözüm vardı...” diye...

Yavuz Bingöl gibi farklı müzik dallarından insanlar var projede. Parçaların düzenlemeleriyle oynandı mı?
Tabi, düzenlemelerin hepsiyle oynandı. Düzenlemeyi tamamen onların isteyine bıraktım, tamamen onların şarkıları olsun, ben biraz daha geride kalayım
istedim.

Şarkılarınızı tamamen farklı müzik yapan insanlardan dinlemek nasıl bir şey?
Çok zevkli, özellikle parçayı ilk duyduğunuz an. Aynı şarkıyı farklı kişiler söyleyince bambaşka olabiliyor, özellikle kadınlarda çok değişiyor.

Sizin sırada bekleyen yeni parçalarınız var mı?
Bir tane parçam var ama o da konsepti bozuyor. Gerçi benim fikirlerim çok da değişkendir, mayıstaki ikinci albüme dek ben bir tane daha parça yaparsam, özellikle düet formatında olursa ikinci albüme koyabilirim.

Bu dönem şarkı yazamadığınız doğru mu?
Aslında elime çok da gitar almıyorum ama çok kreatif bir dönemimde değilim şarkı yazmak anlamında. Psikolojik olarak iş yapmaya da ihtiyacım var; bu albüm bana o rahatlığı sağlıyor. Hem çok kreatif olmak, içime dönüp içimden bir şeyler çıkartmak zorunda değilim hem de bir şeylerle uğraşıyor hissediyorum kendimi.

Aynı zamanda şarkı sözlerinizden hazırlanan bir kitap çıkıyor; şarkı sözleri tişört tasarımlarında kullanıldı... Bu dönemi nasıl adlandırmalı?
Denk geldi; biz yıllardır bir sürü projeyi denk getirmek isteriz ama bir türlü olmaz. Kitap benim şarkılarımın sözleri, notaları, şarkıları ilk yaptığım halleri, karalamalardan kolajlar, resimlerden oluşuyor. Tişörtler de Mavi Jeans’in organize ettiği bir sosyal sorumluluk projesinde çıktı. Hayatımızda ilk defa, şans eseri böyle bir şey yaşadık, planlamadan.

Dünyaya baktığınızda size göre yükselen müzik ne?
Amerika’ya baktığımda soul ve hip hop görüyorum; her tarafta R&B-hip hop gibi bir şey duruyor. Avrupa’da biraz daha değişik ama yine pop. Bu müzikle daha teenage grup eğleniyor. Belki yaşım ve kariyerimde geldiğim nokta itibarıyla böyle hissediyorumdur ama yeni müzik denen şeyde ben hem yeni bir şey görmüyor hem de müzikal anlamda çok heyecanlanmıyorum. Benim algılarım daha geçmişe yönelik ama bu, müziğe özel değil; edebiyat anlayışım da daha geçmişten, sinema üzerine seçimlerim de...

“Artık gerçek sanata dönüyoruz galiba mecburen..” gibi bir yorumunuz var. Popüler kültür tüketiyor mu sizce kendini?
Artık Van Gogh’un resim yaptığı gibi bir ortamda değiliz; her şey biraz daha popüler sanata kayıyor. Gerçek sanat derken; satışa yönelik ne kadar satıp satmayacağı düşünülmeden yapılan üretimlerden bahsediyorum. Teknolojinin çok gelişmesiyle, insanlar kendi evlerinde dahi dijital ortam üstünde iş çıkarabiliyor, dünyanın öbür ucuna ulaşıyorlar. Bunlarla hem adet artabilir hem de hikâye ticari formasyondan çıkabilir. Ticari süreç içindeki birçok şeye boyun eğmeden, dilediklerini yapabilir insanlar.

Siz bu ticari süreçte hiç kendinizi samimiyetsizlik sınırında yakaladınız mı?
Mesela albümü yaptınız, o süreçte hiç ticari bir şeylere bulaşmıyorsunuz ama o albümün sunumunda başka parametreler giriyor. En sevdiğiniz değil, insanları en çok yakalayacak şarkıya klip çekmeniz gerekebiliyor. Bunu söyleseler de söylemeseler de siz otosansürle, bu işe para yatıran insanları daha çok memnun etmek adına onu tercih edebiliyorsunuz. Benim sadece çıkış sırasını buna göre yaptığımı oldu. Karşı çıktığım, plak şirketiyle ayrıldığım noktalarda da direttim ve dediğimi yaptırdım ama yine de küçük pazarlıklar yaptığımı kabul ediyorum.

Yaşamınızda en çok ‘sevilme kaygısı’ güttüğünüz dönem ne zamandı?
Öyle bir kaygım yok; kendime itiraf edemem zaten. Sevilme kaygısı fikri benim gururumu yaralar. Ama ünlü olma isteğinin ilk başlangıcı herhalde insanlar beni sevsin, beğensin falan; artık aşağılık kompleksi midir nedir? Neden insanların sana baktığı biri olmak istiyorsun ki? Belki de tam tersi utangaç biri olduğun içindir. Kitle önünde şarkı söylemek bana hala rahatsızlık veren bir şey ama bir yandan da istemişim demek ki. Büyük bir çelişkiyle birlikte bir kırılma noktası var.

Sizde müzik tutukusunu doğuran biri var mıydı?
Ben, Elvis Presley hayranıydım. Bir şarkı yazarı olma hevesiyle değil, şarkıcı olma hevesiyle yola çıktım; sonradan insanın zevkleri değişiyor. Şu anda bana sorsanız kendimi şarkı yazarı olarak tanımlamak isterim ama ilk yola çıkışım Elvis Presley’in kucağında gitarıyla zıplaya zıplaya sahnede insanları coşturmasına hayranlıkla falan başladı...

Sonra...
Bluğ çağındaki hayallerimde belki büyük büyük statlarda konser veriyorumdur ama ben ilk albümü yaparken hayallerim çok daha küçüktü. Albümlerin 1 milyon sattığı zamanlar için konuşuyorum; albümüm 15-20 bin satarsa, bu da benim haftada bir gün bir barda çıkmamı sağlarsa ben mutlu olurum diye düşünüyordum. Sonradan işler büyüdü.

Peki o yoğun ilgi ve hayranlığa karşı ayaklarınızı yerde tutan ne oluyor?
Ben şunun farkına varacak bir yaştayım; müzik denen şey çok çok da önemli bir şey değil. Dünyayı değiştirmiyoruz sonuçta; çok da etkili olduğunu düşünmüyorum. Bu noktada kendime ait bir gururum var ama eninde sonunda bir şarkıcısın, kansere çare bulmadın. Şarkı yapıyorsun, insanlar seviyor, ne mutlu ama... Beklentiyi aşan şeyler de o kadar büyük haz vermiyor aslına bakarsanız. Onlar bonus oluyor ama mutluluk da sağlamıyor. Tabi arada bir havaya giriyorum, konserlerde falan kendimi bir rockstar zannediyorum ama gündelik hayatımda öyle değil. Bir de benim çok eski, yakın arkadaşlarım var; genelde onlarla birlikteyim ve onlar bana normal davranıyor tabii ki.

Sizi yapmış olmaktan dolayı en çok gururlandıran şarkınız hangisi?
Benim kariyerimde ‘Paramparça’nın falan çok büyük önemi var ama ben galiba ‘En Güzel Hikâyem’ gibi çok daha geride kalmış olan şarkılarımı seviyorum. Şarkının sözü ne kadar derin ve ne kadar uzunsa daha çok seviyorum.

Yeteneğini kıskandığınız biri var mı?
Müzisyenlik anlamında çok beğendiğim, onlar gibi olsam dediğim o kadar çok kişi var ki... Paul McCartney’den John Lennon’a, Paul Simon, Paul Anka gibi isimleri, daha çok geride kalmış isimleri çok kıskanıyorum.

Müzikal anlamda yurtdışına çıkma sevdanız olmadı mı hiç? İngilizce şarkı da yapıyordunuz...
Hayır, olmadı. İlk müzik yapmaya başladığımda vardı; ya İngiltere’ye ya Amerika’ya gidip, bu işi yapacağız fikirlerine inanıyorduk ama daha realist olmaya başladığım 90’lı yılların başlarında o hevesim bitmişti. Özellikle söz yazımına yöneldikten sonra gücümün olmadığı bir alanda olmak istemedim. Belki müziğini yazarım ama Türkçe’de kelimelere aşık oluyorum ama İngilizce’de olmuyorum; birinde kalbime birinde beynime geliyor o sözler. Bir de yurtdışına açılma insanın egosuyla ilgili bir şey. Yurtdışına açılmak, grammy almak, eurovision falan hepsi bana hemen hemen aynı derecede önemsiz geliyor.Beni şimdi İngiltere’de 50 bin kişi çok beğense ne oluyor ki?

Depresif dönemlerinizde daha kreatif olduğunuzdan bahsetmişsiniz; sizi depresif süreçlere iten ne oluyor genelde?
Mevsim dönümleri beni etkiliyor. Kışa girerken havanın kapalı olması falan, moodumu değiştiriyor. Bir de bahara geçerken, küçükken bir depresyon geçirmişim falan. Etkiliyor beni... Ancak kreatif değilim derken şarkı yapmaktan bahsediyordum sadece, mesela bir şeyler yazıyorum. Önceden ne olduğunu bilmeden yazdım, sonra roman olabilir gibi geldi ama şimdi belki bir oyun olabilir. Onları kırpıp kırpıp şarkı da yapabilirim bilmiyorum.

Hep yazıya daha mı yakın oldunuz?
Evet, elime gitar almadan geçirdiğim haftalar olabiliyor ama elimde illa ki bir kitap ya da karaladığım bir şeyler oluyor. Ben aslında bu işin sözel yanına daha meyilliyim galiba.

Kadınlarla arası hep iyi olan adam imajınızın aslı astarı var mı? Doğru mu bu?
İyidir aram. Kadınlar arasında daha iyi hissediyorum; etrafımda hep anneler, anneanneler, teyzeler, onların arkadaşlarıyla büyümemden kaynaklanıyor. Erkek dünyası daha kaba, daha rekabetçi... Kadınların da rekabet ortamı var ama erkek olunca onu hissetmiyorsun.

Bu deneyim kadınları anlayabilmeyi de getirdi mi yanında?
Çok şey kazandırıyor tabii. Onlardan daha çok zevk alıyorsunuz, bir de problemleri nasıl çözeceğinizi biliyorsunuz. Küçük üçkâğıtları annene, teyzene yaptıktan sonra sevgiline de yapıyorsun.

“Alkolsüzken kadınlara açılamam, karşımdaki kadın söylemeden söylemem sevdiğimi...” gibi açıklamalarınız var. Nedir bu? Kibir mi?
Ben ödleğim.

Ne ödlekliği?
Şimdiye kadar kimse bana duygularını açmadan, açılabilmiş biri değilim. Ya egom hemen yaralanacak diye ya ödleklikten, bilmiyorum. Bir de kendi duygularımın gerçek olduğuna inanmam çok uzun sürüyor. Bu başkalarının duyguları için de geçerli; çok şüpheci ve korkak olduğum için hem onun peşinden koşarım hem de kaçarım. Çelişkili bir durum! Bu yüzden tercihim kadınların bana açılması. O zaman “tamam karar verdiysen sen, ben de daha fazlasını sana gösterebilirim.” diyorum.

Bu çelişki hep var galiba; acayip hızlı yaşayan biri gibi biliniyorsunuz ama bir yandan evcimen denecek kadar evini seven bir adamsınız.
İkisi de var. Gece hayatını severim ama en rahat ettiğim yer evim. Her şeyim burada; kitaplarım, filmlerim vs. Gündüzleri genelde tek başıma ya da iki kişi olmayı tercih ederim. O küçük dünyayı da yaratmak zorundayım; sadece kalabalıkta, hay huy içinde mutlu olabilen biri değilim. Oradan bunalıyorum buraya geliyorum, burdan bunalıyorum, oraya... Mekân değişikliği gerekiyor bana!

Son dönemde yaşamınızın üzerine bu kadar gidilmesiyle size haksızlık yapıldığını düşünüyor musunuz?
Evet ama bir sürü kişiye yapılıyor, sadece bana değil. Benim için şöyle bir durum oluyor; bütün ünlüler kariyerleri adına her şeylerini çok gizlediklerinden; yüksek duvarların ardında, korumalarla yaşadıklarından ve ben de öyle yaşamadığımdan, istemeden de olsa biraz aranmış oluyorum. Yani biraz fazla kolay hedef oluyorum... Beni rahatsız eden, beni gündelik hayatta rahatsız etmeleri; o kameraların dayanması bana, onları ve o insanları görmek istemiyorum. O kişiler görünmeden çıksa haberler, beni rahatsız etmez. İşten evinize dönerken sokak köpeklerinin size saldırması ne kadar rahatsız ediciyse, onlar da beni o kadar rahatsız ediyor.

Hiç kendinizi ifadeyle doğru anlatamadığınız kaygısı hissediyor musunuz?
Hemen hemen her zaman. Ben tam anlamıyla hiç anlaşılamadığım, yanlış anlaşıldığım ya da kendimi anlatamadığımı düşünüyorum hissindeyimdir. Tam olarak kendimin ne olduğunu ben de bilmiyorum ama birine kendini anlatmak çok zor; hislerimiz o kadar karışık ki.

Kendinizle aranız nasıl, çok hırpalar mısınız kendinizi?
Huzursuzumdur. Kendimle gurur duyduğum, beğendiğim bir sürü huyum falan var ama aynı zamanda beceremediğimi düşündüğüm, başka insanların kolay hallettiği benim bir türlü halledemediğim bir sürü şey de var.

Mesela?
Mesela derdim yokken, bulurum ben. Dert edinme kapasitem var; kendimde bir şey bulamazsam başkalarının dertlerini dert edinirim; bulurum yani mutsuz olacak bir şey.

Seviyorsunuz belki bu durumu?
Hiç sevmiyorum, kaçıyorum ama bu iptila gibi bir şey. Bir de mood’um da çok değişkendir benim. Mutlu kalkarım, öğlen mutsuzumdur, akşamüstü daha da mutsuzumdur, gece yine mutluyumdur falan... Böyle değişken.

İlişkilerde zorlamıyor mu?
Zorluyor, hem de çok! Beni de zorluyor, karşı tarafı da.

Kıyafet seçimlerinizle hep kendiniz mi ilgilenirsiniz?
Evet, zaten ben estetiğe dair hiç bir konuda başkalarının fikirlerine önem vermem. Neyi beğeniyorsan doğrusu odur, başka bir gerçekliği yok ki! Yoksa bu sene moda bu, onu giyeyim falan... Bir de ben bir sene evvelden bütün moda dergilerini tarar, gözlerimi alıştırırım. Senelik çıkan o kalın dergileri falan alırım ama uymam onlara; sadece kendi seçimlerime falan bakarım çok mu geride kaldı sevdiklerim diye. Gerçi benim kıyafetlerim eklektik ve çok da iddialı olmadığı için 3-5 sene aynı ayakkabıyı giyebiliyorum.

Hiç giymeyeceğiniz bir şey var mı?
Her şeye göz alışıyor; hepsini zamanında zevkle giyiyoruz. Moda böyle bir şey ancak bu biraz önce bahsettiğim dergilerde mesela, bu sene etek geldi hikâyeleri var ama etek giymem, ben pantoloncuyum! Öyle pareo falan kullanmam.

Sinema tutkunuzdan bahsedelim azcık da. Çok eleştirildiniz de; devam edecek misiniz?
Bir tane daha yazdım, bir ara çekmem lazım. Eleştirileri takmam, zaten o insanları beğenmiyorum, birkaç isim var beğendiğim. Beni tek zorlayan işin finansal tarafı. Sinema o kadar pahalı bir şey ki; ana işim de sinema olmadığımdan o pazarlığa girmek istemiyorum. Benim asli işim yönetmenlik olsaydı, bir komedi filmi de, aksiyon filmi ya da başka bir şey de çekerdim. Onun yanında daha sanatsal şeyler de yapmaya çalışıyorum. Şu anki pozisyonumda bunlara burun kıvırabiliyorum...

Beyazperdede sizi en çok etkileyen kadın kim?
Ben 60’lardakileri, Kim Novak gibi kişilikleri seviyorum daha çok. O tayyörlere falan da bayıldığım için, onlar bana daha kadın kadın geliyor. Angelina Jolie’ler falan değil benim tarzım. Robin Wright Penn’e falan bayılıyorum; oyunculuğunu da seviyorum ama kadın olarak çok beğeniyorum.

Hiç yorum yok: