12 Ağustos 2008 Salı

Doğu Yücel / Zeynep Okyay Roportaji Blue Jean Ocak 2008

Doğu Yücel / Zeynep Okyay Röportajı Blue Jean Ocak 2008
Şarkılarını hiç kimseyle paylaşmayı sevmeyen Teoman, Sezen Aksu’dan Yavuz Bingöl’e, Hayko’dan Candan Erçetin’e kadar birçok sanatçıya şarkılarını teslim ettiği bir albüm çıkartmak üzere. Biz de bu işin aslını astarını öğrenmek için şarkıcının evine baskın yaptık.

Bu albüm diğerlerinden farklı bir yerde duruyor. Kendi şarkılarını diğer şarkıcılara söyletiyorsun. Bu fikir nereden çıktı?

Garip bir şekilde çıktı. İlk başta proje böyle değildi. Plak şirketi bir tane albüm yapalım diye geldi, “düetler yapalım” dediler. Hemen çok iyi fikirmiş gibi geldi bize. Düetler diye başladık, ondan sonra baktım ki bende çok aşk şarkısı var ve erkeklerle söylemek de garip oluyor. O aşk şarkılarını düet şeklinde yapınca ya sırf kızlarla yapacaktım ya da biraz değiştirecektik. Gerçi şöyle şeyler de oldu. ‘İstanbul’da Sonbahar’ı mesela Nil Karaibrahimgil söylesin istedim; ama o şarkının içeriğine uymuyor bir erkeğin de o şarkının içinde olması. Çünkü birine özlem duyuyor, neredeyse bir mektup gibi yazılmış bir şey. Ses, onun içerisine uymayacaktı. Keza ‘Paramparça’yı düşününce Sezen Aksu’yla onu yine bir kişinin söylemesi, içini döküyor olması lazım. Düetten birazcık çıkalım derken birdenbire, tek CD’lik bir albüm olacakken çift CD’lik bir albüme geçti.

Şarkıları seslendiren isimlere baktığımızda Teoman’la ismini yan yana düşünemeyeceğimiz isimler de var. Yavuz Bingöl ‘İki Çocuk’u söylüyor, Candan Erçetin, Yalın vs. var. Şarkıları beraber mi belirlediniz yoksa sen mi seçtin?

Candan olsun istedim albümde; ama o şarkıyı kendisi seçti. Yavuz Bingöl’e şarkıyı ben seçtim ama kendi albümümde ben onu punk yapmıştım hatta akortsuz gitarlarla çalmıştık, özellikle öyle olsun istemiştim. ¾’lük bir şarkıydı; ama 4/4’lük davullar çaldırdık stres verelim diye. Ama şimdi şarkının içeriği Halk Müziği’nde de tutacak, hatta Halk Müziği’nin içeriğine daha da uygun. Daha sonra işte kendimi düşününce eninde sonunda kendimi şarkı sözü yazarı olarak görüyorum. O şarkıların mümkün olduğunca fazla yere gitmesini istiyorum. Mesela Erol Büyükburç’un şarkısı rock’n roll’du. Erol Büyükburç’a hangi şarkı gider diye düşününce “rock’n roll bir şarkı yapalım” diye karar verildi. Ama orada bir sürü kişi var ki Mirkelam’ından Emre Aydın’ına kadar, onlar şarkılarını kendileri seçtiler. Hatta ben başka şarkıları önerdim onlara, “Ya ben aslında şunu söyleyeyim” dediler.

Hiç teklif ettiğin birinden ret aldın mı?

Ret gibi değil onlar aslında. Yoğun programlar var genelde. Ben teklifi zaten şöyle yapıyorum; “Bu albümde söylemek ister misin” diyorum; ama kendi deneyimlerimden de biliyorum bazen yapmak istersin ama yer alamazsın, benim de yer alamadığım albümler oldu. İnsanların üzerinde yük olmasın diye “Bana üşeniyorum dersen bile bu benim için yeterince güzel bir mazerettir” diyorum. Bu albüm nasıl olsa ticari olsun diye yapılmış bir albüm değil. Zaten ticari albüm diye bir şey var mı artık onu da bilmiyoruz dünya çapında. Artık gerçek sanata dönüyoruz galiba mecburen.

Bu albüm için yola çıkarken -gerçi çok değişmiş de- yurtdışındaki tribute albümlerden etkilendin mi?

Tribute albümün tersi olması gerekiyor. Tribute olabilecek şeyde, kariyer anlamında değilim.

Türkiye için aslında oradasın.

Yani biraz daha zamana ihtiyaç var. Aslında sık albüm çıkardığım için belki şey olur da… İki tane şey var. Bu bir tribute albüm değil de tersine şeyler olduğundan, benden üst jenerasyonda insanlar da olduğundan tersten tribute bile sayılabilir bazı kişiler açısından; Sezen Aksu, Candan benim jenerasyonum ama benden daha önce çıktı. Yani oradaki isimler mesela Erol Büyükburç, ‘57’de konser veren bir adam yani. Tam anlamıyla tribute değil, eş dost… Saygı albümü değil sevgi albümü.

Peki sen bu albümde prodüktör olarak mı yer alıyorsun? Şarkıların yapılış sürecinde nasıl bir müdahalede bulundun?

Hiç müdahale etmedim aslında. Sanatsal anlamda onlara karışmadım. Onların şarkıları olsun istedim. Bir de öbür türlü prodüktör olsaydım, o şarkılar yine benim yaptığım formlara benzeyecekti.

Şebnem yok albümde…

Şebnem çok yorgundu. Biz de kızın üzerine gitmedik. Bir ara kandırırım belki.

Ruh halin albümlere de yansıyor. Bu albümün ruh hali nasıl oldu?

Düetler diye yola çıkarken yeni şarkılar da koyalım diye, yeni düetler yazıyım diye oturdum baktım yazamıyorum, çıkmıyor yani. Demek ki şarkı yazma şeyinde değilmişim. Elime gitarı alıyorum, bir tane şarkı yazabildim. Normalde hızlı yazarım ben, bir günde bir-iki tane yazabiliyorum. Ama çıkmadı. Demek ki şu sıralar pek bir şey hissetmediğim dönemimdeyim. Zaten eğlenirken şarkı yazamıyorum. Benim yine sonbahara ihtiyacım var, küçük bir depresyon iyi gelir. (gülüyor)

Senin bir klasik şarkı takıntın var. Bunun hep altını çiziyorsun, kendi şarkılarının öyle olmasını istiyorsun.

Ben hep neo-klasizmden yanayım. Bir kere müzikal anlamda ben çığır açıcı bir müzisyen olmadığım için hep şarkı formuna daha çok gidiyorum. İstiyorum ki 60’larda, 70’lerde modası geçmeyen neler var ve onların replikası gibi olsun. Çünkü daha evvelden ikinci albümde falan böyle arada bir zibidilikler yapıp trip-hop ritimleri koyalım, darbukaları ritim gibi kullanalım diye öyle denemeler yaptık. Çabuk eskiyen şarkılar onlar oldu. ‘Dünya’ şarkısına ben artık baktığım zaman “Ya ne kadar eski” gibi geliyor. Halbuki öbür türlü çok ileriye gitmediğin, öyle denemeler yapmadığın zaman daha fazla zamana dayanıyor. Neo-klasik oluyor o zaman.

İlk albümde beraber çalıştığın Özlem Tekin neden yok?

Özlemle konuştuk, sonra bir tane şarkı üzerinde anlaşamadık, başka bir şarkı bakalım diye konuştuk; fakat aceleye geldi. Aslında benim de aklımda o var. Madem albüm gecikecek Özlem de olsun. Bütün eşimle dostumla bu albümde olmak istiyorum. Gerçi havaya girdim, bir tane daha yapsak hemen diye. Zevkliymiş böyle yapmak. Özlem olur belki. Bana kalsa herkesle yapmak isterim. Şimdi orada Dolapdere Big Gang ile yaptığımız bir şarkı var, onun yanına Tophane Big Stars yazdım. O aslında eşim, dostu, arkadaşım; lise arkadaşlarımla kaydedeceğim. Ben söylemeyeceğim, her biri bir cümleyi söylesinler.

Senin zaten lise arkadaşlarınla devam eden bir hayatın var…

Her gün beraberiz hala biz. O, benim açımdan çok büyük rahatlık oluyor. İnsanı olduğu yerde de tutuyor, kendini bir bok zannetmiyorsun. Çünkü onlar seninle dalga geçiyor onlar, seni alkışlamıyor onlar. Hayatta en çok yaptığımız şey birbirimizle dalga geçmek. O, insanı eski yerinde tutuyor; oralardan kopmamakta fayda var.

Şarkı sözü konusunda yabancı kitaplar da okudum dedin, sence İngilizce’nin Türkçe’ye karşı bir avantajı var mı?

Şöyle bir şey var, biz şimdi mesela benim kendi müziğimi benim arkadaşım otantik buluyor, Amerika’da 17 sene kaldı. Türk müziği gibi görüyor. Halbuki ben kendimi bayağı Anglosakson yapıyor gibi zannediyorum. Ama vokal şeyleri falan onlara otantik geliyor. İngilizce’deki o tadı arayan birisine Türkçe dinletemezsin. Ben mesela “Ben Türkçe müzik dinlemem” diyen birisini çok rahat anlayabiliyorum. Çünkü başka bir şey duyuyor orada. İngilizceyle Türkçe tamamen farklı müzik tarzları. Ok yolunu bulur. Zevk alacaksan Türkçe müziği de dinlersin. Öbür türlü kulağınız o İngilizce’deyse Fransızcası’nı da, Almancası’nı da dinleyemezsin. Hangi dildeyse onlar da sana zor gelir. Yine de Kuzey ülkelerininki İngilizce’ye biraz daha benzediği için rahat oluyor; ama İngilizce’de eğer ki kulağında çalan müzik İngiliz ve Anglosakson müziğiyse İngilizce çok daha avantajlı tabii. Ama ben zamanında çok İngilizce sözlü şarkı yazdım; Türkçe şarkı sözü yazdıktan sonra İngilizce şarkı sözü yazmak artık biraz yapay geliyor. Ben çünkü Türkçe’de kalemi koyuyorum, kalem kendisi yazıyor; yani içinden bir şeyler getiriyor. Türkçe’de yazarken bir kelimenin yerine bin tane kelime aklıma gelirken, İngilizce’de iki tanesi aklıma geliyor. O yüzden o sulara hiç girmedim.

Yeni albüm çıkmıyor dedin ya o arada böyle bir şey olabilir. Zaten bu albümü çıkarmadan da biraz aslında yeni bir şey…

Benim bir şeyle uğraşmaya ihtiyacım var; ama çok da fazla uğraşmamalıyım, üşeniyorum. Ama bu albüm çok da güzel geldi. Başka başka bir sürü stüdyoda eş zamanlı yürüdüğü için zevkli bir şeydi. Zevkli işler istiyorum. Çünkü bir iddiam yok, kimseye kendimi kanıtlama şeyim yok. Eskiden öyle değildi, o zamanlar mesela ben “Onyedi” albümünü yaparken çok uğraştım o albümle. O zaman bir iddiam vardı. Onu yaparken canım hit şarkı yazmak istiyordu. Şarkıları yazıyordum, üzerinde biraz uğraşıyordum. “Bu şarkı gidebileceği en iyi yere kadar gidebilir” diyordum. Mesela birkaç tane ‘Onyedi’ şarkısı yazmıştım. Fikir vardı, insanların kalbine gidebilecek olan melodiyi bulana kadar çok uğraştım. “En Güzel Hikayem”i yaparken ne çıkacağını bile bilmiyorduk. O anda kalbimizden öyle geliyordu. Küçük harfle sanatım, çünkü bu eninde sonunda bu ticari sanat olarak kalıyor. Çok daha eğlenceli oluyor, insan daha çok seviyor. Bir de bir albüm üzerine çok çok uğraşınca o şarkılardan soğuya da bilirsin, işin içerisine gereksiz parametreler de girebilir. Birdenbire kendini şu pozisyonda bulabilirsin. “Nasıl abi beğendin mi” falan diye soruyor olabilirsin. Ben şimdiye kadar onu hiç yapmadım. Kimseye sormadım. Hatta tersi yorumlar yapıldığı zaman da fazla dinlemedim. Bana ‘Gemiler’i yapmamam söylendi zamanında. O şarkının uğursuz olduğu, kimsenin işine yaramadığı, Orhan Atasoy’undan Zerrin Özer’ine kadar söylendiği, artık işin turşusunun çıktığı ama hiçbir işe de yaramayan bir şarkı olduğu söylendi; ama dinlemedim. O şarkıda görüyordum o şeyi.

Kendi beğenin ön planda…

Öbür türlüsü yok ya. Ben o yorum şeylerine de bakmam; ama bir tanesini hatırlıyorum. Berbat bir konserdi ile tarih yazdı konserde alt alta çıkabiliyor insanların yorumlarında. O yüzden bilemezsin. Tarih de yazmadım, çok berbat da değildi.

Hiç yaptığın bir şarkıdan sonra beğenmeyip bir kenara attığın bir şey oldu mu?

Bir-iki tane sözcük var, onlarla derdim var. Şimdi bir tane de kitap çıkıyor benim şarkı sözlerim ve notalar. İyi olur, arak denince buyurun notalara bakın diyeceğim güzel bir şey olur. Orada mesela şarkı sözlerini yazarken bir-iki dize var, oralarda sallamışım. İlk albümde kendimi biraz fazla Rilke zannetmişim. Şairane olmak istediğimden daha şairane çıkmış. Jim Morrison’da falan görüp tüylerini diken diken eden o şeyler var gereksiz şiirsellikler, sürreal yani oralara bakıp palavracı diyorum kendime. Bir tane ‘Yazgı’ diye bir şarkı yazmışım, seviyordum o şarkıyı çalmayı falan da ama sırf aliterasyon olsun diye ‘y-y-y-y / Yollara, yıllara, yazgımı yazdım yanında” diye yazmışım, hepsi y ile başlasın diye. Ben şimdi öyle şarkı yazmam artık.

Onları koymadın mı kitaba?

Koydum. Onların öyle sempatik bir şeyi var, hala sevgi duyuyorum; ama çok ciddiye almıyorum ‘Yazgı’ şarkısını mesela. Orada zibidilik yapmışız işte.

Bu tip yorumların olacak mı kitapta?

Yok, o kitap güzel kalsın istiyorum. Kendi kendimi eleştirmeyeyim, sevenler vardır şarkıları. Onlardan büyük anlamlar çıkaranlar vardır. Pink Floyd’da öyle olmuş ya, Roger Waters öyle kafasına göre bir şeyler karalamış, millet onlara gereğinden fazla yorumlayıp Baudelaire gibi davranmış.


BİR BOKSÖR OLARAK TEOMAN

Bu son olaylardan sonra popülaritenin artması gibi bir şey hissediyor musun? Sürekli dönüp duruyor o yumruk attığın görüntüler.

Ben seyretmedim o görüntüleri. Televizyon seyretmiyorum hiç. Bir tür çocuklar üzerinde halk kahramanı oldum.

Olayın aslı nedir peki?

Ceketimden çekiştirip duruyordu arkadan. Ben de bana dokunulmasına hiç dayanamam. Bir de “pardon, abi” falan da demiyor, pis pis sırıtınca ben de indirdim.

Biraz da alkol vardı tabii…

Ben yaparım zaten alkolsüzken de. Kavgacıyım ben aslında; ama onu tutmaya çalışıyorum. Yani sürekli kendime “sakin ol” diyen bir herifim. Bir de çok rahatsız edici bir ortamdı. O flaşların 8-10 tanesinin birden yanması o kadar korkunç ki, bir de önünü kapatıyorlar, bir yere gidemeyeceksin. Bir de çok pervasızlar. Hiçbir şey göremiyorsun, bir taksiye ulaşmaya çalışıyorsun, önünde insanlar var, bir de arkandan çekiştirenler var.

Peki dava gibi bir şey açılıyor mu?

Duymadım. O görüntüleri gösteririz, “Hakim bey, arkamdan çekiyorlardı” derim.
Çünkü haberlerde “kaburgası kırıldı, yüzünde birtakım yaralar var” diye söylendi.
Öyleymiş. Yere düşünce öyle olmuş. Kaburgasına ben vurmadım, ben sebebiyet verdim.

Bir Axl Rose’luk var sende…

Kavga ederim; ama ilk kez kameralara yakalandım.

Rocky’nin müziğini koyuyorlar altına…

Öyle mi? Bu cumartesi Balans’a öyle çıkalım dedi çocuklar, Rocky’nin müziğiyle. (kahkahalar) Ama çok takdir aldığımı söyleyebilirim. Sanatçılardan güzel mesajlar geldi. “Ellerine sağlık, dert görme” diye.
Yazık onlara aslında… Onlar da kendi yöneticileri tarafından “git, görüntü al” diye zorlanan insanlar.
Ya tabii ki de. Hiç kimseye tek başına kızamıyorsun ki Türkiye’de. Herkesin mazereti var. O çocuk para kazanacak, tamam. Peki ne oluyor? Ondan daha yırtık, daha terbiyesiz bir herif para kazanırken normal bir insan artık deforme oluyor. “Ben de para kazanacağım” diyor, o zaman hani ekonomide öyle bir şey var ya ‘kötü para, iyi parayı kovar’ gibi işte iyi adam kalmıyor. Normal, makul bir herif olarak girsen, orada tutunmaya çalışsan senin de pislik bir herif olman gerekir. Orada düzgün duramazsın. Bir taraftan bakınca da üzülmüyor muyum, vicdan azabı çekmiyor muyum orada bir adamı dövdüm diye? Evet; ama ben de kendimi korumak zorundayım.


YOUTUBE’DAKİ “ROCKÇI MI AROCKÇI MI?” POLEMİĞİ HAKKINDA

Teoman malumunuz internetteki muhalefet etmeyi seven gençlerin bir numaralı hedeflerinden biri. Youtube’da da kendisi hakkında “Rockçı mı arockçı mı” diye bir video mevcut. Bu videonun ses kaydını Teoman’a dinlettik…

Bir dinleyelim istersen…

Tabii. (ipod’u ayarlarken) Müzikte turn round diye akor dizilişleri var, bunlar artık klişeler aslında. Ben de onu çok kullanıyorum. “La, sol, fa, mi”den şarkı yapınca birbirine benzer. Benim de üç tane falan sadece “la, sol, fa, mi” şarkım var. Judas Priest’e benzetmişler. Şarkı benim değil, aranjmanı benim değil; ama sorumluluğu ben alıyorum.

‘Vur Sen Beni’ de ‘Dream On’a benziyordu mesela…

Onu yazmıştım. Onu araklayarak yazmamıştım; ama “Çok benziyor abi” dedikleri zaman “İyi bari, esinlenme ‘Dream On’ yazalım birinci albüme” demiştim. Bir de ben şarkıları beş dakikada yazıyorum, araklamaya kalksam bir saatimi alır.

‘Papatya’ (Judas Priest’e benzetilen) ve ‘Yağmur’ (Texas’a benzetilen) çalıyor
Bu şarkılar, benim şarkılarım değil zaten. Müzikleri benim değil. Benzemiyormuş (Yağmur için).

(Kardelen dinleniyor) En çok ben bunu benzetiyorum açıkçası. Uriah Heep – ‘Lady In Black’…

Evet, bu benziyor. Doğru.

Bu en çok bilineni… Led Zeppelin – ‘Kashmir’, ‘Paramparça’…

Ama şimdi “Kashmir-like riff” diye bir şey var artık dünyada. Uncut veya Q’da okuduğun zaman mesela “Smiths meets Led Zeppelin/Kashmir-like riff” diye anlatırsın. O, doğu müziğinden alınan yarım yürüyüşlü şeylerin hepsi “Kashmir-like riff”. Herifler bir yaptılar, artık biz yarım ton gittiğimiz zaman… Bir tane de ‘Onyedi’de…

‘Gönülçelen’i, Manic Street Preachers ‘Ocean Spray’e benzetiyorlar…

Ben onu o kadar çabuk yaptım ki, “la, re, sol, do”, hepsi bu. Dünyanın en kolay şarkısı. Bir kere de yaptım. Arkadaşım da içeride uyuyordu, kalktı “İlhan İrem’e çok benziyor” dedi. Sonradan ama ‘Ocean Spray’ olmuş. O, İlhan İrem’e benzetmişti.

İkisi de zaten aynı sene çıktı. Çalmış olman da çok zor. Dinleyip hemen albüm kaydına girmen gerekiyor.

‘Ocean Spray’ iyi şarkıydı. ‘Onyedi’de de James Bond diyorlar; ama John Barry de bütün şarkılarında tekli yürüyüşlerini “Do, do diyez, re, do diyez” gibi oralarda kullanmış. Yapacağımız bir şey yok. O notaları kullanacaksak James Bond diyecekler bize. Onlar yüzünden üç tanecik notayı kullanmayalım mı? Şöyle bir şey de var. Arakçı denildiği zaman şöyle düşünmek lazım; bir yeri bir yerine benziyor mu değil de yani bu herif böyle bir şey yapmış, peki bunu yapmasaydı bu şarkı hala adam gibi oluyor muydu? Yani golü o çaldığı veya arakladığını düşündüğümüz yerle mi attı yoksa başka tarafıyla mı? Şimdi ‘Paramparça’ gibi bir şarkı var, o ‘datdararat’ olsa ne olur olmasa ne olur? Zaten kendini kurtarır o şarkı. Ben “Kashmir-like riff” yerine başka bir şekilde de girebilirdim.

En güçlü yerleri onlar değil sonuçta…

Hiç değil.

Bir tek Uriah Heep’te…

Onda benziyor biraz. Ama onun da en güçlü yeri de şarkının A bölümü değil. “Başka türlü bir şey bu yalnız seni isteyen” bölümü insanları saran. Bunlardan çok korkan bir herif olsam ya da onu yaptığın zaman farkında olsan hemen A bölümünü değiştirirsin. Çünkü orası güçlü yerleri değil ki veya o introyu “Kashmir, Kashmir” deneceğini bilseydik “Aman abi, boşver koymayalım orayı” derdim. Eğer öyle bir şeyin farkına varsaydım. Nasıl olsa ‘Paramparça’nın o introya ihtiyacı yok. 60’lı, 70’li yılların müziklerini çok iyi bildiğimiz için onlar bize çok klişelermiş gibi geliyor. Mesela Judas Priest’te dinlettirilen o gitar rifi benim çok yerde duyduğum bir rif.

Senin şarkılarında önemli olan vokal melodileri…

Normalde bir şarkının özgün olup olmadığını anlamak için vokal melodisine bakacaksın, akor dizilişlerine bakacaksın. O kadardır. Yoksa üzerine koyduğun o gitarlar falan filan; tabii ki o başına ‘Smoke On The Water’ın gitarını koyarsan araklamış olursun, o kadar da değil ama yine de vokal melodileri önemlidir. Ayrıca ben başta melodiden gitmem, şarkı sözü bana melodiyi verir. Şarkı sözü daha önceden gelir veya şarkı sözü önemliyse ben melodiyi hemen değiştiririm. En güçlü yanım melodiler değil benim zaten.

Peki hiç kızmıyor musun bu eleştirilere?

Bob Dylan’ın bir tane röportajlarını aldım, arakçılık üzerine. Bütün olayı arakçılık üzerine, “şu parça, şundan çalmışsın”. Senin biraz önce yaptığın şeyi, ona orada yapmışlar. Hatta bir tane DJ, bütün Bob Dylan şarkılarını koyup onların asıllarını da çalıyormuş. Yani öyle şeyler oluyor; ama cevap vermiyor. Çünkü özellikle müzikal anlamda çok özgün olmanın imkanı yok, bizim yaptığımız müzikte. Do’dan do’ya sayarsak sekiz tane nota ve o minicik aralıklar. Artık ondan kaçış yolu yok. Zaten dünya müziğinin en büyük bunalımı da orada, yeni melodi çıkmıyor. O yüzden sound’a yönelmek zorundasın. İşte kick’ini değiştiriyorlar, gitar fazlarını değiştiriyorlar, yeni bir şeyi ancak sound’la hallediyorlar, melodik anlamda bir şey yapılamıyor. Ben bir de kendime o şeyi de seçmiştim. Müzikal anlamda gidilebilecek çok yer olmadığı için ben onu daha klasik anlamda devam ettiriyim; ama sözel anlamda gidilebilecek daha çok yer var. Özellikle yurtdışında, ben şarkı yazımı üzerine çok kitap okudum, daha çok şarkı sözü üzerine okudum, insanların anlattıkları olaylar, hikayeler falan Türkiye’yle karşılaştırılınca o kadar engindi ki ben kendimi içerik anlamında oralarla eşleştirdim. Mesela bir şarkımda sadece bir anı anlatacağım diye ‘Bugün’ diye bir şarkı yazıyorum. Veya ‘Paramparça’da havaalanında bir tane adam saatin geçmesini bekliyor, bir türlü geçmiyor, uçak rötar yapmış; ama aynı zamanda bir de bakıyor ki yıllar çok hızlı geçiyor, bir de o kontrastı anlatmaya çalıştığım… veya bir tekne gezisini vs. Ben o çerçevelerin müziklerden çok daha engin bir yer olduğunu düşünüyorum. Şarkı sözünün gidebileceği çok daha fazla yer var müzikten. Arada bir süper müzisyenler çıkıyorlar, hakikaten dünyayı değiştiriyorlar. Mesela Nirvana bir çıkıyor, birdenbire her şeyi değiştiriyor. Ya da Beatles, “Sgt. Peppers Lonely Hearts Club Band”i yapıyor ve her şey değişiyor. Yeni şeylerle çok ilgili değilim; ama şu sıralar birileri çıkıyor olabilir öyle bir şeyleri değiştirecek olan. White Stripes deniliyor; ama ben onu Led Zeppelin’den biliyorum. Çocuk çok yetenekli bir çocuk; ama müzikal anlamda birdenbire çok yeni bir şey gerçekleştirmiş gibi gelmiyor bana.


TEOMAN VE RASHIT ROCK’N COKE hezimeti üzerine

Rock’N Coke konserin çok tartışıldı…

Evet ya, her yerde onu okuyorum. Millet ne bekliyorduysa? Rashit ile Teoman çıkacak, işte o kadar. İkimizin birleşip Pink Floyd gibi bir şey çıkarmasını mı?

Rolling Stone’da mesela en kötü performans seçilmiş…

Rolling Stone’da “Ne Olduğu Belli Olmayan Etkinlik” denmiş. İsmi çok güzel ama.

Bir de provasız çıktığınıza dair söylentiler var…

Yaptık prova. Orada şöyle bir şey; Rashit eninde sonunda bir punk grubu. Biz de en böyle sound’umuzu süper çıkartacağız gibi bir şekilde çıkmıyoruz. Onların şarkıları var, benim şarkılarım var. Beraber bir şey yapıyoruz. Ne oldu o konserde? İkimiz işte şarkıları söyledik, onlar çaldılar, Rashit gibi çaldılar. Ondan sonra da işte birbirimizin şarkılarını söyledik. Bir tane de arkadaşımız vardı Tuğrul diye, o saksafon, armonika çaldı. Bir de Küçük İskender çıktı, bir şiir okudu. Tamam 45 dakikada daha ne olsun yani? Yeter yani…

Hiç bu tip eleştirilere kızmadın mı? Çünkü bayağı ağır şeyler de çıktı…

Ya ben onu baştan bilmiyor muyum sanki?

Gerçi ikiniz de sabıkalısınız. Seni de sevmeyen çok kişi var, Rashit de punk camiasında “Davayı sattı” diye değerlendiriliyor.

O heriflere ben o yüzden bayılıyorum. Yok Rashit’le çalmayı beğeniyorum. Özellikle sözlerini çok beğeniyorum.

Hiç yorum yok: